3 Mayıs 2009 Pazar

Ördek

Ördek
«Paytak» içgüdüsünün etkisiyle, kuduz bir köpekle çarpışmıştı.
BİR PAZAR SABAHI zil çalınca kapıyı açmaya koşan iki yaşındaki Susie, kapının eşiğinde sepetinin içinde büzülmüş bir ördek yavrusu buldu. Hayvancık, boncuk gibi bir çift gözü ve kehribar renginde gagası olan sarı bir tüy yığını halindeydi, ördek yavrusu biraz büyüyerek sepetten çıkıp evin içinde Susie'nin peşinden ayrılmaz olunca, küçük kız sevincinden çılgına dönmüştü.

Ördeğin de biricik sevgilisi Susie idi. O nereye gitse arkasından geliyor, küçük kız koşmaya başlayınca da sarı bir top halinde yerlerde yuvarlanarak ona yetişmeye çabalıyordu. Susie ördeğe «Paytak» adını takmıştı. O yaz Susie ile Paytak kelebekleri beraber kovaladılar, hattâ çalıların arasında saklambaç bile oynadılar.

İki yıl sonra Paytak, soydaşlarından daha iri ve daha kuvvetli bir ördek olmuştu. Bu arada Susie'nin de bir küçük kızkardeşi dünyaya gelmişti. Bir süre bebeğe dikkatle bakan Paytak, sonunda kanatlarını çırparak ve garip sesler çıkararak onun sepetinin yanına yerleşti. Sanki bu şekilde artık büyüdüğünü ve bebeğe bakmak sorumluluğunu üzerine aldığını dünyaya ilân etmek istiyordu. Zorla sepetin yanından alınıp bahçeye bırakılınca, hiddetinden krizler geçirir oldu.

Birkaç hafta sonra Paytak'ın ördek beyni, bebeğe ancak bahçede yalnızken bakmasının gerekli olduğunu kavrayabildi. Küçük yavrunun bahçeye çıkma zamanı gelince,

Paytak kapının önüne dikilirdi. Sonra bebek arabasının altına yerleşir ve etrafı dikkatle gözden geçirmeye başlardı. Susie ile arkadaşları bahçe kapısını daima açık unuturlardı. Aîlahtan Paytak'm sayesinde ne insan, ne de hayvan, hiç kimse bahçeye giremezdi.

Günün birinde şehrin köpekleri arasında bir kuduz salgını başgösterdi. Bir sabah bir arkadaşı Susie'nin annesine telefon etti. «Kuduz bir köpeğin sizin köşeyi döndüğünü gördüm. Aman, dikkat edin!» diyordu.

Kadıncağızın hemen bahçe kapısı hatırına geldi. Kim bilir belki de çocuklar onu gene kapamayı unutmuşlardı. Hemen bahçeye koştu. Daha bebeği göremeden Paytak'ın vahşi vahşi tısladığını işitti.

Bebeğin birkaç metre ilerisinde sabit bakışlı ve salyalı ağızlı bir köpek duruyordu. Paytak da kanatlarını açmış vaziyette onun üzerine yürüyordu.

Elinde süpürge olan hizmetçi, genç annenin hemen arkasındaydı. İki kadın süpürgeyi siper ederek ilerlediler ve bebeği evin içine kaçırdılar. Sonra vakit kaybetmeden polise telefon edildi. Bahçeden akseden korkunç seslerden Paytak'm hâlâ kuduz köpekle boğuştuğu anlaşılıyordu. Birbirlerine sarmaş dolaş olmuş vaziyette basamaklara ve kapıya çarpıyorlardı. Derken Paytak'm acı ile tısladığı duyuldu.

Evde tabanca da yoktu. Polisler ise belli ki zamanında yetişemeyecekîerdi. Genç anne, içinden, Paytak'm tehlikeyi anlayıp kaçması için dua ediyordu. Fakat aynı zamanda onun kaçamıyacağını da biliyordu. Düşmanını bahçeden kovmadıkça mağrur ördeğin içi rahat edemezdi.

Dışarıdaki gürültüler gitgide azalıyordu. Derken bir silâh sesi duyuldu. Biraz sonra kapıyı çalan polis genç kadına, «Dışarıdaki sahneye hayatınızda bir daha rasîıyamazsımz,» dedi.

Bahçenin altı üstüne gelmiş, çiçekler harap olmuştu. Sandalyeler ve bebeğin arabası da devrilmişti. Yerde kırmızı lekeler göze çarpıyordu. Paytak bahçe kapısının önünde kanatları açılmış vaziyette ve gagası kanlar içinde yatıyordu. Köpeğin ölüsü ise bahçenin dışmdaydı.

Polis genç kadına köpeğin parçalanmış başını göstererek, «gördüğünüz gibi aslında, tabancaya pek lüzum yokmuş,» dedi.

Paytak, yabani atalarından kendisine miras kalan bir içgüdünün etkisiyle, düşmanım kutsal saydığı bahçeden kovuncaya kadar çarpışmış ve bu uğurda can vermişti.

Maymunlar

Maymunların Elinde Ölümle Pençeleştik

1. DÜNYA SAVAŞI sırasında, Birleşik Amerika Cumhurbaşkanı Roosevelt, Amerikan şileplerine, Akdeniz'e girmeyi yasak ettiğinden, 1941 yılının ekim ayında Ümit Burnu üzerinden port Sudan'a ve Suriye'te doğru yol alıyorduk. Gemide 9 subay ve 28 personel olmak üzere tam 37 kişiydik. Yükümüzü boşalttıktan sonra, rota Kalküta'ya çevrildi. Oradan manganez, talk, jüt, mika ve kauçuk yükledik. Son dakikada da Amerika daki doktorların, çocuk felcini yenmek için giriştikleri deneylerde kullanılmak üzere ısmarladı klan 500 maymunu başımıza musallat ettiler. Onları, yirmişer yirmişer kafeslere dağıttıktan sonra aklımızdan çıkardık ve bir daha da onlarla ilgilenmedik.

4 nisan günü Seylan'ın Kolombiya limanına gitmek üzere Kalküta'dan ayrıldık. Gemi hızından kaybetmediği takdirde, hedefimize beş günde varacağımız hesaplanmıştı.

Gemimiz 1921 malı, 580 tonluk bir yapıydı. Pek ahım şahım bir şey olmamasına rağmen, sağlamlığına oldukça güvenimiz vardı.

Kalküta'dan demir aldığımız sıralarda, harp haberleri hiç de iç açıcı neviden değildi. İngilizlerin en gözde harp gemilerinden «Prince of YVales» üe «Re-pulse» batırılmış, şubatta Singapur, bir ay kadar sonra da Ran-gun düşmüştü. Daha Kalküta'dan ayrılmadan önce, Amerikan harp gemilerini Malakka boğazından kaçırdıklarını haber almıştık. Japon donanmasının, o sırada bulunduğumuz Bengai körfezini de tarayabileceğini tahmin etmek için doğrusu harp uzmanı olmaya hiç lüzum yoktu.

Boş zamanlarımızda maymunları seyretmekle vakit geçiriyor, birkaç dakika için olsun endişelerimizden sıyrılmaya çalışıyorduk. Hindistan'ın bu cinleri görülecek şeydi. Her kafeste en yaşlı erkek bü tün dişileri kendine ayırıyor, dişilere doğru adım atan her hangi başka bir erkeği öldüresiye dövüyordu. Maymunların bazan bize de sataşacakları tutuyor, yemeklerinden artakalan patates ve ekmek parçalarını kafes parmaklıklarının arasından üzerimize fırlatıyorlardı.

Maymunların bakımı başka-marot ile marangoza aitti. Bu ikisi, kafesleri her sabah hortumla yıkıyor, hayvanlara günde iki defa yemek veriyor, hastaları ayrı kafeslere alıyor, ölüleri ise denize atıyordu. Hasta ve ölü maymunları kafesten çıkarmak oldukça tehlikeli bir işti. Maymunlar bir kere heyecanlandılar ve kafese giren de dikkati elden bıraktı mı, ortalık harp meydanın a dönüyordu. İrice birer kedi büyüklüğündeki bu yaratıkların testere gibi dişleri ve insanı ahtapot gibi saran kollariyle bacakları vardı. Bir keresinde içlerinden biri başkamarota yapışmış, adamcağızı kurtarıncaya kadar hepimizin canı çıkmıştı.

Paskalya sabahı telsizimiz, ta uzaklardan gelen S.O.S. işaretleri aldı. Kaptan derhal tahlisiye sandallarının ve silahların gözden geçirilmesi için emir verdi. Doğrusu gülünecek haldeydik...

Amerika'dan hemen hemen silahsız olarak ayrılmıştık. Birkaç tüfek ile 1. Dünya Savaşı'ndan kalmış bir makineliden başka savmama aracımız yoktu. Bir Japon kruvazörümde karşılaştığımız tak-dirde, halimizin ne olacağım siz düşünün. Tahlisiye sandalı bakamından, silahtan daha zengindik. Dört sandalımız ile iki salımız vardı.

Telsizcimiz Sparks ertesi sabah, 7.20'de, bu sefa nispeten daha yakından bir imdat sinyali daha aldı. «Pawnee» adında bir Amerikan gemisi 40 mil uzaku, topa tutulmuştu ve batmakla d Demek ki civarda Japon gemileri dolaşıyordu. Kaptan, kazanlar: | patlaması tehlikesini göze alarak hızı artırdı ve rotayı, en yaka liman olan Vizagapatam'a çevMJ di. Çok geçmeden Sparks, ikinci) bir S.O.S. aldı. İmdat iste bize «Pawnee» den 11 mil c yakın «Halifax» di.

Bütün personel hazır ol durumuna geçmiş, Kaptandan emir bekliyordu.

Kazanların her an patlaması mümkündü. Derken gözcü, ufukta, üzerimize doğru gelen bir gemi gördü. Üstelik kazanlarda basınç bacayı tüttürmeye başlamasın mı?.. Avaz avaz haykırmaya başlıyan Kaptan, bu duman on saniyede yok edilmediği takdirde, hepimizin hakkından geleceğini söyledi.

Fakat iş işten geçmiş, Japon kruvazörü bizi görmüştü. Buyandan aşağıda 49 derece sıcakta, geminin hızını artırmaya çalışırken, bir yandan da mermilerin ne zaman üzerimize yağmaya başlıyacağınıı merak ediyorduk.

Birden geminin sarsılmasiyla isabet aldığımızı anladık. Bundan sonra arka arkaya yağan mermiler, güvertedeki arkadaşlarımızı temizledi. Kaptan, bu tehlike anında dolaptan Amerikan bayrağını çıkartarak direğe çektirdi. Az sonra Kaptan ortadan kaybolmuş, bayrak da paramparça olmuş bulunuyordu.

Arkadaşları güverteye çıkarmanın zamanı gelmişti. Maymun kafeslerinin yanından geçerken, marangozun, elinde bir demir çubuk olduğu halde, kafeslerin kapılarını kırmakla meşgul bulunduğunu gördüm. Az sonra güverteye fırlayan maymunların çığlıkları yaralıların iniltilerine karışarak dayanılmaz bir uğultu halini aldı. Ah, o zaman marangozu durdurmuş olsaydım, ne kadar iyi bir hareket olurdu.


Güvertede biraz daha ilerleyince, kamarotun, bütün tahlisiye sandallarının denize indirilmedi için emir verdiğini gördüm. \rkadan bizler de suya atıldık. Fakat maymunlar da bizi taklit etmekte gecikmediler.

Sallara ulaşabilenler 16 kişiyi geçmiyordu. Birkaç kişi de zemi enkazından parçalara tutunmuştu.

Bir ara bulunduğum sala doğru yüzen bir maymun gördüm. Bir arkadaş onu sudan çıkarmak üzere uzandı. Fakat birdenbire yüzlerce maymunun üzerimize doğru yüzdüğünü farketmemle tüylerim diken diken oldu.

Biri acı bir çığlık kopardı. 10 - 80 metre kadar ötede, bir tahta parçasına sarılmış bir denizci gördük. Bir maymun, kolları ve bacaklarıyle onun boynuna dolanrnış, etlerini parça parça koparıyordu.

İçimizden biri, «A bu, telsizci sparks!» diye inledi.

Gözlerime inanamıyarak baktığım sırada, birkaç maymunun daha öbürünün yanına yüzerek tahta parçasım ondan koparmaya çalıştıklarını gördüm. Çok seçmeden Sparks, yüzü gözü kan icinde olduğu halde, deli gibi haykırmaya başladı ve sulara gömüldü.

Bir yandan da düzinelerle maymun salımıza yetişmiş, üzerine tırmanmaya çalışıyordu. Biz de tıpkı birer hayvan kesilerek kla mücadeleye koyulduk. Başlarına nişan alarak onları teker teker avlamaya çalışıyorduk, fakat çevik olan maymunlar , biz daha denge sağlayamadan yer değiştirerek tekrar üzerimize saldırıyorlardı. Bir arkadaş bitkin düşerek denize yuvarlandı. Onu tekrar sala çekinceye kadar canım çıktı. Nihayet maymunlarla salın üzerinde boğuşmaya başlamıştık.

Bğuşmak ne kelime!.. Hınzır maymun yaratıklar âdeta dört kolluydular. Bacaklariyle ve kollariyle insana sarılmakta olduğu kadar, göz oymakta da usta idiler. Dişleri ise usturadan keskindi. Korkudan çılgına dönmüşlerdi. Tiz çığlıklar koparırken, gözleri, delillerinki gibi yuvalarında fıldır fıldır dönüyordu.

Bir aralık, nasılsa elime geçen bir maymunun boynunu sıktığımı hatırlıyorum. Hayvan cansız düşünce, onu bacaklarından sallayarak kamçı gibi arkadaşlarına doğru savurmaya başladım.

Vücudumun ışınlan yerlerinden oluk gibi kan akıyordu. Bu perişan halime rağmen, saldaki birkaç kişinin bitkin düştüğünü ve maymunlarla cebelleşmek için kollarım bile kaldıramadıklannı farkettim. Cesedi bunlardan birine vererek, «kamçı» vazifesi görecek başka bir maymun beklemeye başladım. Çok geçmeden üzerime atılarak dişlerini enseme geçiren iri bir erkek maymunun boynunu kırdım. Ve onu elime alarak yeniden kamçı gibi, alabildiğine savurmaya başladım.

Bundan sonra olanlan pek iyi hatırlıyamıyorum. Sonuncu maymunun ölüsünü de suya attıktan sonra, salda dokuz kişiyken, ancak üç kişi kaldığımızı gördüm. O iki arkadaşım da bir saate varmadan can verdiler.

Bundan sonraki pek o kadar önemli değil. Denize atılma emri verilinceye kadar görevi başından aynlmayan Sparks'm telsizleri, Amerika yolundaki bir yolcu gemisini imdadımıza yetiştirmişti. Dönüş yolunda, geminin yolcuları, hep bir Japon gemisiyle karşılaşmaktan korkmakla vakit geçirdiler. Fakat ölümden kurtulan on iki kişi, bundan çok daha korkunç kabuslarla pençeleşti. Bugün hala geceleri terler içinde uyanıyor ve lambayı yakıp odamda olduğumu görene kadar, deli maymunlar tarafından boğazlandığımı sanarak tirtir titriyorum...

örümcek maymun
kızıl maymunlar